Kayıp
Yıl 20011’in Ardından…
2012’in ilk ayının son günlerini
yaşadığımız bugünlerde “2011’de
neler olmuştu” diye
düşünüldüğünde; ülkemizde ve
dünyamızda 2011’de hatırlamak
istediğimiz veya istemediğimiz
bir çok acı ve tatlı günlerin
yaşanmış olduğu görülür…
Veteriner (Hekim???) lik
açısından 2011 ise; anlam ve
önem bakımından, insan yaşamında
veya meslek tarihinde ilk ve son
kez yaşanabilecek çok önemli
günleri içinde barındıran bir
yıl olduğu idi… Öyle ki; 2011
yılı mesleğim Veteriner
(Hekim???) liğin okulla
tanışmasının (1761 Lyon,Fransa)
250’inci yılı idi ve buna atfen
dünyada 2011 yılı “Dünya
Veteriner Hekimliği Yılı”
olarak ilan edilmişti…
Diğer
taraftan yine 2011 yılı
meslektaşı olmaktan gurur
duyduğum ve ilk sivil Veteriner
Okulunu birincilikle bitiren; 20
yılını mesleğine adamış,
mesleğin her kademesinde
çalışmış ve meslek için çok
yararlı işler de yapmış olan,
ancak daha çok yazmış olduğu
edebi eserleri ile edebiyatçı
yönü ile tanınan, meslektaşımız,
milli şairimiz, İstiklal Marşı
yazarımız, ve de son günlerde
yine gündeme gelen paltosuz
milletvekilimiz (ve bu durumdan
da asla şikayetçi olmayan)
Mehmet Âkif Ersoy’un ölümünün
75’inci yılı, İstiklal
Marşımızın kabulünün 90’ıncı
yılı olması münasebetiyle
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı
ile Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından 2011 yılı
Türkiye’de“Mehmet Âkif Ersoy”
yılı olarak ilan edilmişti…
Peki; “bir insanın, bir kamu
veya özel kurumun, bir kuruluşun
mesleği adına belki de ilk ve
son kez yaşayabileceği ve
kutlayabileceği bu çok özel yıl
ülkemizde hakkını vererek
yaşanmışımıydı?,
kutlanmışımıydı? Yani veteriner
(hekimlik???) likle ilgili bu
kadar özellikli 2011 yılını
bakanlıklarımız (Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim
Bakanlığı, Gıda,Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı; Sağlık
Bakanlığı,), üniversitelerimiz,
veteriner fakültelerimiz,
kamu-sivil toplum meslek
örgütlerimiz tam olarak idrak
etmişimiydi? Ne gezer!... Yalnız
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile
Milli Eğitim Bakanlığı Mehmet
Âkif Ersoy’un edebiyatçı yönüyle
ilgili yıl içinde düzenledikleri
etkinliklerle üzerlerine düşen
görevi nispeten yapmışlardır.
Buna karşılık Direkt veteriner
hekim istihdam eden, veteriner
hekim politikaları üreten(!)
üstelik bakanı da veteriner
hekim olan Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı (Sağlık
Bakanlığı’da Veteriner Hekim
istihdam ediyor amma…, bu
bakanlığımızda ki politikalarda
genel anlayış veteriner
hekimleri görmeme üzerine olduğu
için, Veteriner Hekimlik ve
dolayısı ile Veteriner Hekim
olarak “Mehmet Âkif Ersoy’la
ilgili etkinlik beklentisi
içinde olmak hayalciliktir(!)…),
yine veteriner hekim
eğitim-öğretimi (!) yapan aktif
19-20 ??? veteriner fakültesi
dekanlığı, onlarca kamu ve sivil
veteriner meslek örgüt yönetimi
tarafından yıl içine (2011)
yayılmış ve yılın başında
planlanarak programlandırılmış
ne veteriner hekimlikle, ne
Mehmet Âkif Ersoy’la ilgili
etkinlik takvimi ve ne de
dolayısı ile hatırlarda kalan
bir etkinlik vardı (Haksızlık
yapmayalım; Dünya Veteriner
Hekimliği Yılı ile ilgili
oluşturulmuş komite tarafından
Nisan 2011’in sonuna doğru
hazırlanmış ve işin daha ilginç
tarafı ise o tarihe kadar
habersiz yapılmış(!)
etkinlikleri de içine alan
geriye dönük bir takvim yapıl
mışmıştı!!!... Hoş; Mehmet Akif
Ersoy için ne komite vardı, ne
de etkinlik takvimi!!!...) …..
Durum böyle iken; yıl içinde
yapılan kamuoyu ile paylaşılan
bilimsel, ya da güncel meslek ve
meslektaşımızla ilgili alel
acele yapılan etkinlikler ve
katılımlar ise yeterli miydi?,
kamuoyunda ses getirmiş miydi?
Ne yazık ki! hayır; çünkü kendi
içimizde, camiamızda bile
etkinliklere (kalitesiyle ilgili
olabilir mi?….) karşı gereken
ilgi ve heyecan gösterilmemişti,
buna bağlı olarak ulusal görsel
ve yazılı medyada da sözde
etkinliklerin ne cazibesi ve ne
de yeri vardı… Bu yüzden
kamuoyuna mesleğimizin ve
meslektaşımız milli şairin
veteriner hekim olarak olumlu,
etkili yansıması da yoktu… Gerçi
kamuoyunda mesleğimizin son
yıllarda itibarı da pek
kalmamıştı… Ve maalesef bu
itibar her geçen gün daha da
azalmakta… Oysa 2011 yılı
mesleğimizin ve meslektaşımızın
tanıtılması, kamuoyu
oluşturulması, bilhassa
mesleğimizin iade-i itibarı için
ele geçirilmez bir fırsat yılı
idi…
Bu yılla, 2011 ile ilgili olarak
sadece kendi camiamızın
hatırlarında, anılarında kalan
Dünya Veteriner Hekimliği yılı
ile ilgili Veteriner Hekim
Ressamlara ait üç ayrı yerde
sergi, 1 at yarışı, 1 hatıra
pulu; Mehmet Âkif Ersoy’la
ilgili ise benim hatırladığım
kadar 3 ayrı sempozyum (2’si
Ankara’da katılımsız denecek
kadar az katılımlı, diğeri de
Samsun’da idi katılamadığım için
katılım hakkında bilgim
yok!!!)… Tabii ki, bunlarda
etkinliktir ama yeterliliği ve
kamuoyu oluşturma etkisi
tartışılır.
Öyle ki!!! Görsel ve yazılı
medyada; Mehmet Âkif Ersoy’la
ile ilgili diğer bakanlıklar
(Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Milli Eğitim Bakanlığı)
tarafından edebi yönleri
hakkında hazırlanmış etkinlikler
çerçevesinde, özellikle görsel
medyada meslektaşımızın hayatı
ile ilgili verilen bilgilerde
ilk ve orta öğretim tahsilinden
bahsedildikten sonra edindiği
meslek ve mesleki çalışmaları
verilmeden, sanki hiç veteriner
hekimlik yapmamış gibi, kocaman
20 yıl tamamen atlanıyor ve
Çanakkale ile İstiklal savaşı
yıllarına geçiliyor, yazmış
olduğu şiirlerinden örnekler
veriliyor.
Oysa; Mehmet Âkif Ersoy’un
1873’te başlayan, 1936 yılında
sonlanan 63 yıllık yaşamının 4
yıllık okulla birlikte 24 yılını
Baytarlık (Veteriner Hekim???)
mesleğine adamış ilk şiir
heyecanını Baytar okul müdürü
Mehmet Ali Bey’den almış,
“Hasta” şiiri ile tıp bilgisini,
Safahat’da 6’ıncı Kitap kısmı
olan ve en önemli yazılarından
“Asım” şiirinde ise “…Çünkü bir
tecrübe etsen senin aklında
yatar, bize insan hekiminden
daha lazım baytar…” dizeleri ile
veteriner “hekim???” liğin halk
sağlığı bakımından önemini
vurgulamıştır. Bugünde dünyada
gündeme gelen “tek tıp, tek
sağlık” ile ilgili ilk dizeler
olması bakımından, mesleğine ne
kadar sahip çıktığı ve mesleğini
önemsettiği, yücelttiği görülür.
Buna karşılık bugünkü meslek
temsilcileri ise; 2011 Türkiye
Mehmet Âkif Ersoy yılında 1’i
Türk Veteriner Hekimler Birliği
tarafından, 2’si ülkemizdeki 20
veteriner fakültesinden sadece
2’si tarafından (bunlardan; 1’i
dekanlık, diğeri öğrenci
topluluğu tarafından), yani
tamamı, tamamına koca bir yılda,
365 günde 3 sempozyum düzenlemiş
olması herhalde verilebilecek en
büyük vefasızlık örneğidir(!)…
Bununla birlikte iyi yapılan
işler yok mu? Var, ama sayıları
çok az….Yapılan iyi
çalışmalardan birisi “2011 Dünya
veteriner Hekimliği Yılı” na
atfen Dr. Adnan Serpen
tarafından veteriner hekimliğin
özellikle halk sağlığı
bakımından önemi ile birlikte,
halk sağlığında rol alan diğer
alanlarla ilişkilerini irdeleyen
ve insan sağlığında da yerinin
en üstte olduğunu ve veteriner
hekimliğin Tek Sağlığa gidişte
başlangıç ve esas olduğunu
şemalarla belgeleyen“Veteriner
Bilimi ve Veteriner Hekimliği
Mesleği” isimli kitap 2011
Veteriner Hekimliği yılına
yakışan eserdir.
İkincisi “Mehmet Âkif Ersoy
Yılına” ithafen Prof. Dr Ferruh
Dinçer tarafından yazılan
“Veteriner Hekim Gözüyle
Veteriner Hekim Mehmet Âkif
Ersoy Dosyası” başlıklı
muhteşem kitap. Bu kitap ile
Mehmet Âkif Ersoy’un
öğrencilikte dahil 24 yıllık
veteriner hekimliği ile ilgili
önemli yazışmalar ve o dönemde
yaşamış kişilerin Mehmet Âkif
Ersoy’ ile ilgili görüşlerine
ait yazılar bir araya
getirilmiştir. Kitapta arşiv
bilgilerinin yorumsuz olarak
verildiği ifade ediliyor ama, bu
bilgilerin ustalıkla sıralanışı
ve bazı satır araları bilgilerle
birleştirilerek verilmesi,
buradan Mehmet Âkif Ersoy’un
kişiliğinin ve mesleğe olan
tutkusunun ne kadar üst düzeyde
olduğunu anlamak hiç de zor
değil, hatta bu konuda yazılmış
en iyi kitaplardan olduğunu da
iddia edebilirim.
Üçüncüsü hem dünya veteriner
hekimliği yılına ve hem de
Türkiye Mehmet Âkif Ersoy yılına
ithafen 2003 yılından itibaren
her yıl Ankara Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
öğrencilerinden, Asım’ın
neslinden “ülke ve mesleğin
bugünü, yarını, ya da serbest
istedikleri bir konuda”
başlangıçta yazılı ödev olarak,
son 4 yılda ise “Düşünenlerin
Düşündürdükleri” adı altında
aynı zamanda bir makale
yarışmasına dönüştürülerek
toplanan yüzlerce makaleden
seçilenlerin bir araya
getirilmesi ile “Düşünenlerin
Düşündürdükleri” başlıkla,
Prof. Dr. Zafer Karaer
tarafından hazırlanarak
yayımlanan kitap. Bu kitaba
günümüzde hem veteriner
hekimliğin tarihi süreçte ki
gelişimini irdeleyebilen ve hem
de Mehmet Âkif Ersoy’u mesleki
yönleri başta olmak üzere
insanlık yönleriyle de en iyi
tanıyan Sayın Hocam Prof. Dr.
Ferruh Dinçer’in önsöz yerine
“Bu Yapıtın Düşündürdükleri”
başlıklı yazısı ayrı bir güç ve
önem katmıştır. Kendilerine bir
kez daha teşekkür ederim.
Yine “Düşünenlerin
Düşündürdükleri” başlıklı
kitapla ilgili bir analiz,
sentez harikası olan ve bu
yüzden paylaşmak istediğim için
tamamını ilişikte sunduğum
(Ek.1) Sayın hocam Prof. Dr.
Ferruh Dinçer tarafından
yazılan, belki de bugüne kadar
aldığım en güzel hediye olan
yazıdan da bahsetmek ve bundan
dolayı kendilerine bir kez daha
teşekkür etmek istiyorum. Bu
hediye 7Aralık 2011 tarihini
taşıyan ve değerli kardeşim diye
başlayan mektup tarzında bir
yazı(Ek.1). Ama o ne müthiş
güzel bir yazı! Belki de hiçbir
kitap bu kadar güzel taltif
edilmemiş, iltifat görmemiştir.
Belki de hiçbir kitap bu kadar
çok doğurgan olmamıştır. Çünkü
kitapta makalelerde geçen bazen
1 kelimeden, bazen 1 cümleden
veya bazen konunun esas
temasından esinlenerek yapılan
yorumlar o kadar ustaca ve bir o
kadar da düşündürücü ki…
Sayın hocamın yazısının tamamı
10 sayfa ama içeriğinde neler
yok ki; bir bakıyorsunuz Türk
Dili ile ilgili, Orhun
Kitabeleri, bin yıl öncesi
Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lügati
Türk’den Harf Devriminin
önemine, bir bakıyorsunuz bilmin
moleküler boyutları, yine yazıda
öyle bir “aydın” tarifi var ki,
bunu ögretmenlerle ve
öğrencilerle ilişkilendirip,
günümüz Türkçe’sinde neden
dilbilgisinden yoksun olduğumuz
anlatılmakta, keza ülke
sevgisi, hayvan sevgisi,
demokrasi, sosyal yaşam, bayrak,
Atatürk, cumhuriyet gibi daha
niceleri kitapla
bütünleştirilerek anlamlarına
anlam katılmış… Adeta kelimeler
boyut değiştirmiş, farklı
kazanımlarla donanmış edebiyat
harikası bir bütün olmuş…
İşte yapamadıklarımız ve
yaptıklarımızla 2011… Bu yazı
mesleğim ve meslektaşımdan 2011
de yapamadıklarımız için özür
dilemek ve ileride 2011 yılının
sorgulanmasında belge olması
amacı ile yazılmıştır.
Umarım ülkemizde mesleğim ve
mesleğimin mihenk taşı
meslektaşlarım bundan sonraki
yıllarda hak ettiği yerlerde
olur ve önemli günlerinde
hakkettiği şekilde kutlamalarla
anılır… Ancak bunun;
hakkedişleri bilen nesiller ve
bu nesilleri yetiştiren
yetişmişlerle olacağı
unutulmamalıdır…
Saygılarımla...
30.01.2012
Zafer KARAER
Ferruh Hoca'nın Mektubu
PROF. DR. ZAFER KARAER
Ankara Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
Ankara, 7 Aralık 2011
Değerli Kardeşim,
İyi ki 24 Ekim 2011 günü
Fakülteye gelmişim. İyi ki o gün
düzenlenen “Türkiye’de Veteriner
Hekimliğin 169.Yılı” kutlama
etkinliklerine katılmışım. İyi
ki Seni de görmüşüm. İyi ki “
Düşün-enlerin Düşün-dürdükleri”
gibi “düşün”- dürücü bir
başlığı ve bildiğim kadarıyla
“ilk olma” özelliğini taşıyan
2011 baskılı yapıtını imzalayıp
bana vermişsin. İyi ki basım
öncesi benden de bir şeyler
yazmamı istemişsin.
Bu çok anlamlı yayını, her
zaman yaptığım gibi, önce dış ön
kapağından arka kapağına dek
köşeden-köşeye bir çırpıda
inceledim. Sonra da içeriğini
yeniden ve satır satır okuyup,
kimi anahtar sözcüklerin,
cümlelerin altlarını çizdim;
zamanı gelince aktarabilmek
için.
Seni içtenlikle kutluyorum. “Bu
Yapıtın Oluşumu” (s.VIII-IX)
içinde benim için yazdıklarına
teşekkür ediyorum. Önce,
emekliliğinin başlayacağı
2017’ye sonra da genetik
haritamızda belirlenmiş olan,
ancak bizim göremediğimiz yaşam
çizgimizin noktalanacağı ana dek
bu ve benzeri etkinliklerini
“aşkla”(s.6), şevkle ve
başarıyla sürdürmeni diliyorum.
İnanıyorum ki o son noktada
“sıfırın boşluğunda yaşadığın
toprağın (ben bu tümceye bir de
“toplumun” sözcüğünü ekliyorum)
hakkını vermeden kaybol” (s.9)
-mayacaksın.
Yayımlanma aşamasında benden
istediğin yazı için “Bu Yapıtın
Düşündürdükleri” (s.IV-VII)
başlığını kullanmıştım. Yeniden
okuyunca düşünceler de
yenileniyor. Bunları seninle,
sizlerle paylaşmak istiyorum;
dilerseniz “Basımdan Sonra”
başlığını koyabilirsiniz.
Ne denli iyimser baksak da kimi
gerçeklerin ürkütücü-korkutucu
yüzünü görmezden gelemiyoruz.
Sanırım, “muhakemeden, dil
bilgisinden ve genel kültürden
yoksun… öğrencilerin gelmesi”
(s.VIII), 1980’lerin ürünü olup
bugün de gündem yaratan sosyal,
siyasal ve yönetsel ortam
değişmedikçe sürüp gidecek.
Batı, aydınlanma çağı için bin
yıl bekledi. Biz yakalamaya
çalışırken ipin ucunu kaçırmaya
başladık. Bu gidişi yavaşlatıp
durduracak “düşüncelere
zenginlik-derinlik kazandıracak”
(s.VIII), bilimin egemenliğini
öne çıkaracak bireylerin
çoğalmasını diliyorum.
“Düşünceler sadece konuşulduğu
mekanda kâlıyor” diyerek
kalıcılığı; bir bakıma, yazı,
DNA ve kişilik kavramlarıyla
ilişkilendiriyorsun. Bu bana
çağların ötesinden gelen bir
özlü sözü anımsattı: “Verba
volent (söz, şiddetli-etkili-dir),
Scripta manent (yazı,
kalıcı-dır.)”
Mevlanadan “Yazı kendimi
öğretti bana” (s.IX) tümcesini
almışsın. İnsanın, insanlığın
tarihini de bize öğreten yazı
değil mi? Yazarsak, doğruyu
yazarsak kendimizi de tarihimizi
de doğru yazmış oluyoruz. İlk
Türkçe yazılı kaynaklarımız
Orhun Kitabeleri. Sekizinci
yüzyıla dek tarihimizi başka
dilde, başkaları yazmış.
Dilimizi önemsememe, dilimizi
unutma ve unutturma çabaları
doğamızda var sanki!
Kaşgarlı Mahmut yaklaşık bin
yıl önce ilk Türkçe sözlüğümüzü
"Dîvânü Lugati’t-Türk” adıyla
hazırlamış. Bir amacı da Arap
dünyasına Türkçeyi öğretmek!
Aradan üç-dört yüzyıl geçmiş,
bir şeyler olmuş ki Karamanoğlu
Mehmet Bey "Bugünden sonra hiç
kimse divanda, dergahta,
bergahta, mecliste ve meydanda
Türkçeden başka dilde söz
söylemeye” diyerek Türkçeyi
Devletin resmî dili olarak kabul
ve ilân etmiş. Ancak
Karamanoğulları ile birlikte
Türk Dili de Osmanlının gazabına
uğramış. Arapça ve Farsçadan
alınan terim ve deyimlerle
süslenen Divan Edebiyatı yanında
öz dilimizle yazılan Halk
Edebiyatı küçümsenmiş,
horlanmış, değersiz görülmüş.
Osmanlı saraylarında, kendi
dillerinin ustaları olan
hattatlar ve nakkaşlar
ayrıcalıklı sanatkârlar olarak
saygı ve ilgi görmüşler.
İlginçtir ki günümüzde de Arap
harflerini yazıp okuyanlar,
hatta Arapça konuşanlar baş tacı
ediliyor. Toplumda herkes
doktor, hukukçu vb. olabilir mi?
Her doktordan beyin cerrahı
olması beklenebilir mi?
Bırakınız, Arapçayı, dil ve
tarih alanının uzmanları ile
yaşamını-geçimini bu dile
bağlamış olanlar öğrensin,
yazsın ve konuşsun. Biz ana
kucağından, ilkokuldan
başlayarak güzel Türkçemizi
doğru öğretmeye, öğrenmeye ve
kirlenmesini önlemeye çalışalım.
Kendi dilini konuşamayan ve
koruyamayan bir ulus, tarihini
nasıl yazabilir? Dilde özgün
olmayan, düşüncede, inançta,
yazında ve yaşamda bağımsız
kalabilir mi? Atatürk, Dil ve
Tarih Kurumlarını, Dünyada bu
iki sözcüğü taşıyan tek yüksek
öğretim kurumu olan Dil ve
Tarih- Coğrafya Fakültesi’ni bu
amaçla kurmadı mı? Harf
Devriminin felsefesini ve
amacını gerçekten biliyor muyuz?
Gerekliliğine, geçerliliğine,
sürekliliğine inanıyor muyuz?
İlk Dil Kurultayında (26 Eylül
1932) kabul edilen tüzükle dil
çalışmalarında iki ana amaç
belirlenmiş: İlki, Türk Dilinin
öz güzelliğini ve zenginliğini
meydana çıkarma; İkincisi, Türk
Dilini Dünya Dilleri arasında
değerine yaraşır yüksekliğe
eriştirmek. On binlerce sözcük
fişine dayanan “Söz Derleme
Dergileri” ile on üçüncü yüzyıla
kadar inen kitaplardan toplanmış
“Tanıklarıyla Tarama
Sözlükleri”nin Dil Devriminin ve
amacının somut ve yadsınamaz
örnekleri olduğu unutulur mu? Bu
kaynaklara dayanılarak
Cumhuriyetin ilk Türkçe Sözlüğü
1945 yılında basılmış, söz
varlığı 15 bin; ikinci baskı
1955, söz varlığı 35 bin. Bu
“Türkçe Sözlük” 1988’de 8.ve 9.
baskılarıyla kullanıma sunulmuş;
söz varlığı 60 bin madde başında
ve 14.600 madde içinde olmak
üzere 75 bine yaklaşmış. Türk
Dil Kurumunun web adresinde 13
sözlüğe yer verilmiş. “Güncel
Türkçe Sözlük” içinde 121.509
anlam bulunduğu bildirilmiştir.
Tüm bu başarının temelinde Dil
Devrimi, onun yaratıcısı Atatürk
ve yaşamını dilimizin arılığına,
zenginliğine, bağımsızlığına
adamış dil ustaları ve “Sözlük
Bilim ve Uygulama Kolu” var.
Tanıma mutluluğuna erdiğim bir
kaçını saygı, özlem ve
hayranlıkla anmak istiyorum:
Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr.
Hasibe Mazıoğlu, Prof. Dr.
Mustafa Canpolat, dil uzmanı
Emin Özdemir, Prof. Dr. Nevzat
Gözaydın, Prof. Dr. İsmail
Parlatır ve Prof. Dr. Hamza
Zülfikar. Son üç bilim adamının
26.10.1988 tarihiyle imzalayıp
bana verdikleri 8. baskı, iki
ciltlik “Türkçe Sözlük” ü dil
çalışmalarına ve çalışanlarına
duyduğum saygı ve hayranlığın
bir kanıtı olarak Fakültemizin
Veteriner Tarihi Müze
Kitaplığına verdim.
Gençlerimizin ve yazılanlara
inanmak isteyenlerin Müzeye
gelip bu kaynakları görmelerini
dilerim.
Doktoramı yaparken (1963-1966),
pek çok hastalığın halk arasında
çeşitli isimlerle tanındığını,
birçok hekimlik deyim ve
terimlerinin Dîvânü Lugati’t-Türk’e
kadar indiğini saptamıştım. Buna
ilişkin olarak; TDK’nın yayın
organı “Türk Dili” Dergisinde
“Hastalık Adlarının Halk
Dilindeki Türkçe Karşılıkları”
adlı bir makalem yayımlanmıştı
(sayı 211, Nisan 1969, s.60-63);
okurlardan ve dil ustalarından
gelen olumlu eleştirilerle dil
konusuna küçük bir katkı
yaptığıma inanmıştım.
Bu öz bilgileri, şüphesiz, Türk
diline gönül vermiş dil ustaları
bilirler. Günümüz entelleri(!)
ve yeni Osmanlıcılar, 1930’larda
gerçekleştirilen bu dil
çalışmalarını inceleyip kıssadan
hisse çıkarmaları gerekirken; ne
acıdır ki yazı ve söylemlerinde
İngilizce ve Osmanlıca
sözcükleri yeniden dilimize
yerleştirme, Türkçemizi
yozlaştırma yarışına girmiş
görünüyorlar. Bu tür kalemlerle
mi “fikri hür, vicdanı hür,
irfanı hür” gençlik yaratılıp
dilimizi koruyacak ve
düşüncelerimizin kalıcılığını
sağlayabileceğiz.
Aymazlığımızdan sıyrılıp, yeni
Cumhuriyetin tüm kurumları gibi
dilimizin de yine ve yeniden
yozlaştırılmaya başlandığının
bilincine ne zaman ve nasıl
varabileceğiz?
Entelektüel’in karşıtı aydın;.
Özdilini bilmeyen, nasıl
öğrenecek ve aydınlanabilecek?
Aydın olmayan aydınlatabilir mi?
Aydınlanmadıkça gençlerimizi de
aydınlatamayız. İşte bu nedenle
bize, öğretip- eğitenlere “dil
bilgisinden, genel kültürden
yoksun öğrenciler” (s.VIII)
geliyor. Asıl suçlu kim? Onlar
mı? Öğretmenler mi? Öğretmenleri
yetiştirip, eğiten üniversiteler
mi?
Ne yazık ki bu gerçekler
sıklıkla yazılmadığı, yazılanlar
okunmadığı ve öğretilmediği için
öğ-re-nil-mi-yor. Kimi konularda
sessizliği-suskunluğu
yeğliyoruz. Atatürk,
“bağımsızlığı” Türk toplumunun
karakteri ile bütünleştirmek
istemiş. Suskunluk da sanki
kaderimizle bağımlı; toplumumuz
gibi meslek topluluğumuzun da
yazgısı olmuş.
Sevgili Zafer Hocam “Kendini
arayan meslek” başlıklı yazında
(s.2-6) 140 yıllık meslekî
kazanımlarımızın son 30 yılda
yitirildiğine değinerek
“Kendimiz söyler, kendimiz
dinler, kendimiz alkışlarız”
(s.4) diyorsun. Bana göre, bu
alkışlar bile suskunluğumuzda
kayboluyor, duyulmuyor.
Adında “hayvancılık” taşıyan
bir Bakanlık kurulsun diye
yıllarca çabaladık durduk. Son
Hükümetle birlikte Bakanlık
“Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı” adını aldı. Ne var
ki “mazruf” (içindeki) aynı
kaldı; değişen sadece “zarf”
oldu; Veteriner İşleri Genel
Müdürlüğü yine kurulamadı; hem
de Cumhuriyet dönemi
Hükümetlerinde ilk kez bir
Veteriner Hekim meslektaşımız
Bakan koltuğunda otururken.
Döngü değiştirilmedikçe, eklenen
yeni halkalar da zincirin
niteliğini yansıtıyor.
Sülbiye’nin “Bebeği” (s.11)
gibi, Bakanlığın adında yapılan
değişiklik de “Yol gösterici
olacak (mı?), birleştirecek
(mi?) ışıklarımızın aydınlığını;
insanları, canlıları, doğayı, bu
Ülkeyi sevdiğimiz için ışığımız
çekecek (mi?) onları” (s.13).
Bakanlık koltuğunda oturan dünkü
öğrencim, bugünkü meslektaşım da
umarım bunları düşünüyordur.
Meslek topluluğumuz olarak,
Sedef Gönül’ün deyimi ile
“izinde” (s.15) olmaya devam
edeceğiz.
İz sürerken belki Nevra
Keskin’le karşılaşırız! “Tat
almayı, dokunmayı,
renklere-siyaha, maviye,
kırmızıya bakmayı, kırmızı
gözyaşlarını anlatmayı, dilsiz,
sağır, kör olmayı, dilinden
kelimeleri dökmeyen demokrasiyi,
art niyeti olmayan (ların)
Cumhuriyeti (ni), gözünü kapatıp
uzuvsuz kalan halkımı, dilsiz,
sağır, kör olmayı, kendine dikte
ettirenlere maviler bırakan”
(s.19) insan olmayı öğreniriz.
Yağmur Çangal’ın (s.21-22)
“Dost”unu ve o sevimli varlığın
adında dostluğu bulup anlıyoruz.
Dost, Öğrenci Derneğimizin yayın
organı “EVRİM”de 1960’lı
yıllarda tanıttığım “Garip”
köpeğimin ikizi sanki. İkisi de
“Hayvanı sevmeyen insanı da
sevmez” gerçeğini sergiliyor.
Hayvanla ilgili yargının
kanıtını Murat Aydın “Seksek”de
(s.24) vermiş. “Oyun dışı
kalmamak için çizgiye
basmayacaksın.” Peki, yaraya
parmak basanlara ne olmuş?
Neden, nasıl, niçin çok
sevdikleri mesleklerinden
ayrılmışlar? Çok uzun,
anlatılması ve anlaşılması zor
bir öykü! Gelecek derse…
Murat Er, (s.26) ve senin
gibiler; bizler, onlar,
Türkiye’yi sevenler, bakalım
şair ne diyor: “Hayal ettiğince
yaşarsın”. Hayalsiz “özlem”,
özlemsiz “düş” işe yarar mı,
düşünceden yoksun “gerçek”
gibi? Yıllar önce bir şiirimde,
hayal-özlem-beklenti üçlüsünde
dolaşırken “Fikret’in – Sis’i
ardından gelene dek özgürlük”
dizesi dökülüverdi
dudaklarımdan. Tevfik Fikret,
şiirini okuduğum yıllarda
dünyamızdan göç etmiş; ardında
Sis’i bırakmış. Ya Sis’in
ardındakiler? Belki de onları
hâlâ bekliyoruz; “barış,
kardeşlik ve aşk” (s.26) için
beklemeye değer.
Sevgili Furkan, “Uyan”
başlıklı makalenin (s.28)
içeriği beni 1950’lere, lise
yıllarıma götürdü. Bir
münazarada “Uygarlık insanlığı
felakete mi mutluluğa mı
götürür?” tartışmasının ilkini
savunan gurubun sözcüsüydüm. J.J
Rousso’nun “Büyük Jüri”
önündeki savunmasına
sığınmıştım. Bizim tezimiz kabul
edildi. Sen de beni haklı
çıkarıyorsun “ne başa dönebildi
insan, ne (de) insan gibi
yaşayabildi!” Teşekkürler
Furkan. J.J Rousso’dan bana,
benden 60 yıl sonra sana dek
uzanan çizgide insan hiç
değişmemiş; uyuyor, uyuyacak!
Sülbiye’nin deyimi ile “cinsel
tacize uğramış” (s.30) biri
gibi “toplumun gölgesinde”
suçlular “marur ve mağdur”,
suçsuzlar “mahçup ve
korunmasız” yaşadıkça.
“İnsanlık, medeniyetin
nimetlerini baş parmağına
borçludur” (s.38) diyor Önder.
Ya diğer parmaklar! Ne iş
görürler; suç üretmek için mi,
insanı suçtan koruyup kollamak
için mi varlar? Hiç fark ettiniz
mi? İşaret parmağımız karşımızı
gösterirken; yanındaki üç
parmağımız bize dönük oluyor!
Neden? Bir “söz” için üç kez
“düşün” demek mi?
İşte size bir cümle: “Kendi
içimde kalabalığı yaşarken
hırçınlandım.” (s.41) Düşün
düşünebildiğin kadar! Belli ki
toplumla empati yapıyorsun
Murat! Dilerim eğiten-öğreten,
öğrenen ile; yetiştirip-yöneten,
yönetilen ile empati kurup
gerçeğe, bilgiye, sevgiye uzanan
yolda “emeklemeyi, yürümeyi ve
tutunmayı” (s.41) öğrenir. Ancak
bu şekilde insanını, ülkesini ve
insanlığı sevenler için “2023
Rüyası” gerçek olabilir. Bu
rüya, kimilerinin(!) tasarladığı
biçimde bir toplum yaratmaya
yönelik “2023 Rüyası” (s.43)
ile benzeşmiyor. Atatürk
düşüncesi ve devrimleri ile “On
yılda on beş milyon genç
yarattık her yaştan”. Bizler de
seksen milyona yaklaşan
Türkiye’de 2023 yılında on
milyon genç yaratamaz mıyız?
Kuşkusuz Onuncu Yıldaki gibi
düşünen, didinen, çalışıp
çabalayan bir toplum ve özgür,
bağımsız, çağdaş bir Türkiye
için; aynı ruh ve ülkü ile.
Nasıl becerebiliriz bunu? “Genç
bir zihinde usta-çırak” (s.47)
dayanışması ile. Her toplumda ve
her dönemde “bu fikri saçma
bulanlar” (s.48) ya da şaşılacak
gibi görenler her zaman ve her
yerde ortaya çıkmıştır,
çıkacaktır; hele bir veteriner
hekim adayından duymuşlarsa!
Ünlü bilim adamı, edebiyatçı
meslektaşımız, Hocalarımızın
Hocası Prof. Dr. Selahattin Batu
da böyle düşünüyor: “Oysa ki
asıl şaşılacak olan şey, tıp,
biyoloji gibi çeşitli müspet
bilim alanlarında pek mükemmel
fikir adamlarının
yetişebileceğine akıl
erdirememek, hatta böyle bir
eğitimi her çeşit yetişkinlik
için gerekli saymamaktır.
Aslında fikir ve sanat hiçbir
öğretimin ya da mesleğin tekeli
altında değildir, olamamıştır
da. Her zaman, her memlekette bu
çeşit yaratıcılar, hiç umulmadık
şartlar içinden ortaya
çıkmışlar, hiç beklenmedik
yerlerden insanlara seslerini
duyurmuşlardır.”
Tüm aktif akademik yaşamım
boyunca derslerimde ve bugüne
dek sürdüre geldiğim
söyleşilerimde yinelediğim bir
inancımı burada da vurgulamak
istiyorum. Veteriner hekimler
beş yıllık eğitim-öğretim
sürecinde öğrendikleri
“karşılaştırmalı (komperatif”
sistemi yaşamları ile
içselleştiriyorlar. Bu
özellikten yararlanabilenler
algılama, analiz, sentez, karar
verme ve uygulamada gerekli
düşünsel yeterlilik ve başarı
sağlayabiliyorlar. Temeldeki
çizgi onların eğitimde kazanıp
meslek yaşamlarında
sergiledikleri “sahnedeki büyü”
(s.50) olarak karşımıza çıkıyor.
Yaşamın oyunlarını, operasını
sergileyen oyuncuların
söylemlerini anlamlı ve etkili;
şarkıları, aryaları ise
duygulandırıcı, heyecanlandırıcı
ve coşkulu kılan hep o büyü.
Aklımızı, yüreğimizi arındıran
dinginliğimiz de sabrımızı
taşıran öfkemiz, isyanımız da
onun, o büyünün eseri. Bir Çin
atasözü “Öfke zekâ âlemini
söndüren rüzgârdır” diyor. Uygar
toplumlar böylesine rüzgar
estiren büyücülere sahnelerinde
rol vermiyorlar.
Çoğunluk siyasilerin ve oy
simsarların dillerinden
düşürmediği bir deyim – slogan
var: “Yaptıklarım
yapacaklarımın teminatıdır.”
Tümden göreceli, klasik bir
kandırmaca; büyüleyici, olumsuzu
da olumlu gösterebiliyor.
“Kaybetmenin tanımını yapabilmek
için öncelikle kaybettiklerimizi
ve onların önemini kavramalıyız…
Kaybetmeye, başkalarından
aldığımız bizim olmayan
sloganlarla düşünmeyi öğrenerek
başladık.” (s.55) daha çarpıcı
bir itiraf olabilir mi?
“Teminat”, güvence kavramı ile
yapışan bir tanımlama. Hep
güvence verenlerce
aldatıldığımızın bilincine ne
zaman varabileceğiz? Bu
aymazlıktan sıyrılmadıkça
“karanlık bir sokakta nereye
gittiğini bilmeden gölge
oyunları eşliğinde yürümeye”
(s.58) devam edeceğiz. Ülkemdeki
bu tür gölge oyunlarına neden
ironi ile değil de inanarak,
sorgulamadan yaklaşıyor
insanımız? Anlaşılması güç.
Atatürk’ün, bağımsızlık ve
Cumhuriyeti emanet ettiği Türk
gençliği “gecesini uyuyarak
geçiren, ihtiyarlık sabahında
ayılan”(s.67) gençlik mi?
Kimileri Türkiye’den “artık
silkinip özüne(!) dönmesini …
Tüm İslâm âlemi için tek umut
olduğunun farkında olmasını”
(s.64) istiyor. Atatürk “Milli
Mücadele” ile neredeyse tümü
mazlum İslâm âlemine bağımsızlık
ve özgürlük örneği olmuştu. İşte
özümüz bu. “Yurtta barış dünyada
barış” söylemiyle de biri
diğerinin lideri olmadan, hem
Türkiye’yi hem de dünya
uluslarını kendi içlerinde ve
birbirleriyle ilişkilerinde
barış içinde yaşamaya çağıran
çok anlamlı ve kapsamlı bir
“öz”!
Osmanlı, üç kıtaya dağılarak 100
yıl öncesine dek dünyada ve
İslâm âleminde “lider” olmuştu.
Daha İkinci Dünya Savaşı
başlamadan Balkanlardan yayılan
ulusalcılık hareketleri sonunda
10 yılda 20’den fazla “ulus
devlet” Osmanlı Devletinden
doğdu; Osmanlı lider değil,
“emperyalist-müstevlî” damgasını
yedi; dahası da liderleri,
ağabeyleri olduğu kimi İslâm
Ülkelerinin halkı tarafından
sırtından hançerlendi. Bu
gerçekleri çok iyi bilen ancak
Atatürk’ü, O’nun ilke ve
devrimlerini yıpratmaya,
Cumhuriyetin kazanımlarını
sistemli biçimde yok etmeye
güdülenmiş zihinler genç
beyinlere de “Türkiye’nin Orta
Doğu ve Arap Yarımadası ülkeleri
için ağabey konumunda olduğunu”
(s.64) işlemiş. Neden? Yurtta ve
– ayrım yapmaksızın-tüm
uluslarda barışa inananlarla
“ağabeylik” sevdalılarını karşı
karşıya getirmek için mi?
Birinci ve ikinci Meşrutiyette,
İttihat ve Terakki’ de, Birinci
Dünya Savaşında, Milli
Mücadele’de, Cumhuriyet’in
kuruluşunda, Serbest Fırka’da,
çok partili döneme geçişte,
1960, 1980 ihtilallarında ve son
30 yıl içinde aynı filmi yeni
versiyonları ile çok seyrettik.
Karşıtlık kargaşayı getirir,
düzeni bozar ve kaos yaratır. Bu
ortamda kör dövüşü başlar,
korku İmparatorluğu kurulup
güçlenir; akıl ve “cumhur-halk”
egemenliğini yitirip tek güce
teslim olur. Sağlığımızın
değerini onu kaybedince anlarız;
özgürlük ve bağımsızlık da
böyledir. Ancak sağlıklı olunca
bu iki kavrama bedel biçilemez.
“Güzel Cumhuriyetimin
kazanımları kumbaramda” diyor
Sedef Gönül (s.72). Dinî
bayramlarımız inançta, Mîllî
Bayramlarımız güvende
birlikteliğimizi pekiştiriyor;
sağlığımızın, özgürlük ve
bağımsızlığımızın önemini anlama
ve tadını çıkarma olanağı
sağlıyor. Bu bayramlarda
kırgınlıklar, kızgınlıklar
unutulup acılar ve mutluluklar
paylaşılıyor. Yaşım 80’e doğru
büyük slalom yapıyor. Dinî
Bayramlar gibi Cumhuriyet
Bayramının da yapılmadığını
anımsamıyorum. İlk kez bu yıl bu
büyük bayramımız alışılagelmiş
şekil ve ölçüsüyle yapılmadı.
Neden, niçin? Türkiye Büyük
Millet Meclisi 88 yıl önce 29
Ekim’de Cumhuriyeti ilân etmiş
ve Mustafa Kemal Paşa’yı
Cumhurbaşkanı olarak seçmiş.
Atatürk bu seçimden sonra
yaptığı ilk konuşmasında “Beni
destekleyin, güvenin; buna
ihtiyacım var. Hep beraber
ileriye gideceğiz, Türkiye
Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve
muzaffer olacaktır” diyor. Kim
ne derse desin, ne yapılırsa
yapılsın, kumbaralı Cumhuriyet
Gençleri Türkiye Cumhuriyetinin
mutlu ve başarılı olacağına,
barışa ve birlikteliğe yönelik
yeni zaferlere imza atacağına
inanıyor. Bunların yanında
“okumayan, düşünmeyen,
yargılamayan ulusal bilincine,
diline, sahip çıkmayan” (s.85)
ve bastığı dalı kestiğinin
farkında olmayan yarı cahiller
de var; gelecekte de var
olacaklar.
Bugünlerde yeni bir sabaha
uyanan Türkiye’nin yeni doğan
sorunları da Sedef’in
kumbarasında (s.72) birikmeye
başladı. Bir yandan, Ulusumuzun,
Cumhuriyetimizin, temel
ilkelerinin oluşturan “Tek
Devlet, Tek Bayrak Tek Dil”
kavramlarını, özgürlük ve
bağımsızlık adına çarpıtmak
isteyenler var. “Tarihle
yüzleşmek bahanesiyle ulusal
birliktelik adına kapanmış
yaraları kaşıyıp, kanatıyorlar;
genç gönüllerde ayrılıkçı
tohumlarla beslenen onulmaz
yaralar açıyorlar. Diğer tarafta
G-20’lerden G-8’lere transfer
olmak için ekonomi seferberliği
başlattığına inananlar var.
Bunlar da başka bir özgürlükten,
azınlık haklarından
konuşuyorlar. Azınlıkların
kapatılan vakıflarına ve
okullarına yeniden verilen
haklar, Cumhuriyet Hükümeti’nin
gerçekleştirdiği çağdaş
demokrasinin somut uygulamaları
olarak gösteriliyor. Azınlıklar
tarafından da teşekkür edilip
alkışlanıyor. Türkiye’de yeniden
eğitime açılacak bu yabancı
vakıf okulları yanında halen
eğitime devam eden benzeri
okullar da var. Bunlar öylesine
benimsenmiş ki başarıları
nedeniyle fen liselerimizden
üstün görünmeye başlanmışlar;
çoğu paralı, çok azı az sayıda
burs veriyor. Aileler varını
yoğunu yıllarca süren kurslara
harcayıp evlatlarının bu
okulları kazanmaları için gayret
ediyor. Kaç aile yabancı dilde
eğitim yapan bu okulların
tarihçesinden haberdar? Aslında
gizli-saklı değil internet
ortamında ve tanıtım
broşürlerinde geçmişleri açıkça
anlatılıyor. Tümüne yakını
Osmanlı Döneminde Tanzimat
sonrası açılmaya başlanmış.
Tanzimat, çoğunluk “aydınlanma
çağı” ile özleştirilir. Batı’nın
aydınlığı ile bu eğitim
kurumları da Ülkemize girmiş.
İlk üniversitemiz “Darülfünun-
Fenler evi” 1846’da açılmış;
ancak bu kurum yıllarca eğitim
veremezken, onun kapı
aralığından sızan bu azınlık
okulları eğitimlerini kesintisiz
sürdüre gelmişler. Kuruluş
amaçları; dinlerini, dillerini
ve kültürlerini yaygınlaştırmak
olarak açıklanıyor. Bugün de
tanıtım broşürlerinde bunlar
var. Bu gerçeğe değinenler
“nasyonalist” mi oluyorlar?
“Biz Batı için öteki (barbar)
idik; biz ancak sömürgeleşirsek
onlar için öteki olmayacaktık.”
(s.91) Oysa ki ne Osmanlı ne
Cumhuriyet Batı’yı öteki gördü.
Osmanlı “teb’a” dan sayıp
sadrazamlar; Cumhuriyet ise
vatandaş görüp milletvekilleri,
bakanlar vb. yaptı. Osmanlı
döneminde de Cumhuriyet
yıllarında da bu vakıf
okullarından mezun gerçekleri
görebilen entelektüeller var. Bu
gibi durumlarda aklıma hep “Batı
Ay’da, Merih’te / biz onların
çıkar halkalarında dönerken”
dizeleri geliyor!
“Hâlâ geçmişteki
hatalarımızdan uzaklaşamıyoruz.”
(s.74) “Öncem kalmadı sonrası
da beni ilgilendirmiyor ” (s.81)
dersek; “bedensel aşkı,
hayvansal duygular” (s.79)olarak
tanımlarsak; “aşkı maddeden
kurtarıp ruhla bir araya
getirme”(s.79) gayretiyle bedeni
hem ruhsuz hem de aşksız bırakma
gafletine-aymazlığına düşersek
işte asıl o zaman bireyi de,
toplumu da “sevgi, saygı ve
hoşgörü üçlüsü ile beslenen
ruh-ruhtan” (s.79) yoksun
bırakırız. Çünkü gerçek aşk
sevgidir, saygıdır, hoşgörüdür.
Yazımın başlarında yaşam
çizgimize değinmiştim; işte o
çizgi bedenimizin ruhtan
ayrılması ile noktalanıyor.
“Yol ayrımına gelinen (o)
noktada sonun başlangıcı ya da
her şeyin sonu” (s.81) ile
karşılaşacağız. Geleneğimiz
uyarınca beden toprağa
gömülüyor; ruh ise bilmediğimiz
bir yere göçüyor. Sevgi ve
saygımız, bırakabilirsek eğer,
dünyamıza kalıyor; bedensiz de
ruhsuz da bizi sevgi ve saygı
tohumları yaşatıyor. Şair
meslektaşımız Mehmet Turan
Yarar’ın deyimiyle “kalır
kalanlara bir gün gidince biz
yorgun gülüşlerimiz.”
Gülmek; sevginin, sevilmenin,
sevinç duymanın ürünü; ağlamak
ise acının ve kederin. Gülüp
güldüren, sevip sevdiren “aşk”
hiç ruhsuz olur mu? Hele “baki
kalan kubbede bir hoş sada” ile
birlikte ise! Ayrılığı olmayan
böylesine gülüşlere “veda”
(s.81) diyebilir miyiz?
Bakmasını biliyorsak “yorgun
gülüşlerimizi” ve onlarda gizli
beden ve ruhu da görebiliriz;
yeter ki “görüşlerimizin
ayrılığı artsa da saygısızlık
etme (yelim) insanca
onurlarımıza.” (s.87) Değil
“kurtuluşa ilk adımın ardından
92 sene, üç nesil” (s.97)
yüzyıllar da geçse,
bırakabiliriz ardımızda yorgun
gülüşlerimizi; ancak, unutmazsak
ve unutulmamayı unutturmazsak.
Ankara 7 Aralık 2011
Ferruh DİNÇER